Vakanüvis yazdı: Ezan, nasıl ezan oldu?
Ezan, nasıl oldu?
Vakanüvis
On bir ayın sultanı Ramazan’da, iftar ve sahur ile birlikte daha da fazla dikkat kesildiğimiz Ezan-ı Muhammedî, minareler vasıtasıyla İslam’ın tecessüm eden, sese bürünen şiarlarından.
İslam dünyasının bu çok özel sembolünün ortaya çıkış hikâyesine gelince…
Sokaklarda “es-salâh” (namaza) diye bağrılıyordu
Sözlükte, “bildirmek, duyurmak, çağrıda bulunmak, ilân etmek” manasına gelen Arapça ezan kelimesi; terim olarak farz namazların vaktinin geldiğini, nas ile belirlenen sözlerle ve özel şekilde müminlere duyurmayı ifade ediyor.
Aynı kökten gelen müezzin ise “ezan okuyan kimse” demek. Menare / mizene de – Türkçede minareye dönüşmüş – “ezan okunan yer” anlamına gelmekte. Minare, “aydınlık yer” anlamındaki Arapça menareden gelirken, kimi lehçelerde de aynı anlamda mizene (ezan okunan yer) kullanılmakta.
Pek çok hadiste ezan kelimesi geçerken, Kur’an-ı Kerim’de ise birkaç âyette, “bildiri, ilâm, çağrıcı” (Maide 58, Cuma 9) gibi anlamlarla yer alıyor.
Namaz, Mekke’de farz kılınmasına rağmen, müşriklerin baskılarından dolayı Müslümanların burada açık bir şekilde, cemaat hâlinde ibadet etmeleri mümkün olmamıştı. Bu nedenle namaz için bir çağrı vasıtasına da ihtiyaç duyulmamıştı. Hicret sonrası Medine döneminde ise Müslümanlar ilk önce mescit inşa etmişler, gün içinde bir araya gelip namaz vakitlerini gözetir olmuşlardı.
Bu yöntem çok pratik olmayınca da sokaklarda “es-salâh es-salâh” (namaza namaza) diye çağrıda bulunmaya başlamışlardı. Ancak Müslümanların, dolayısıyla da yeni yerleşim yerlerinin sayısı giderek artınca bu usul de yetersiz kalmıştı.
Boru çalma, ateş yakma, bayrak dikme kabul görmemişti
Arayış sürecinde; o dönem, bugünkü kiliselerdeki çan yerine kullanılan çomakla tahtaya vurma (nâkus), boru öttürülmesi, ateş yakılması veya bayrak dikilmesi formülleri tartışılmış ancak Peygamber Efendimiz (sav), nâkus Hristiyanların, boru Yahudilerin, ateş Mecusîlerin âdeti olduğu için hepsini de kabul edilmez bulmuştu.
Bu değerlendirmeler sürerken, ashaptan Abdullah b. Zeyd b. Salebe, ilahî bir ilhamla rüyasında ezanı duymuş ve öğrenmişti. Hâttâ aynı gün Hz. Ömer de aynı rüyayı görmüş ancak Hz. Muhammed’in yanına ilk Abdullah b. Zeyd gelip, rüyasını anlatmıştı. Resulullah da “Bu kesinlikle hak bir rüyadır. Hemen Bilâl ile beraber kalk, çünkü onun sesi seninkinden daha gür ve güzeldir, sana söylenenleri ona öğret de bu şekilde namaza çağırsın.” buyurmuştu.
Abdullah b. Zeyd b. Salebe, o günden sonra “Sahibü’l Ezan” olarak anılacaktı. Peygamber Efendimiz bilahare, mescitte yüksek bir yer tahsis ederek, Bilâl-i Habeşî’yi müezzin tayin etmişti.
Namaz uykudan hayırlıdır
Sabah ezanının farklı okunuşu ise Bilal-i Habeşî’nin, Efendimizin hanesine geldiği bir gün ortaya çıkmıştı. Hane halkı, O’nun henüz uyanmadığını söyleyince, Hz. Bilâl, ezanın “Hayye ale’l-felâh”tan sonrasına, “es-Salâtü hayrun mine’n-nevm.” (Namaz uykudan daha hayırlıdır.) ibaresini eklemişti.
Peygamberimiz de bu sözle uyanınca ilaveyi çok beğenmiş ve Bilâl’den, artık her sabah ezanında bu sözü kullanmasını istemişti. Bir başka rivayette ise Bilâl-i Habeşî, sabah namazı için ezan okurken, herkesin birer birer camiye geldiğini, ancak Hz. Peygamber’in henüz gelmediğini görünce uyanamadığını düşünerek bu ilaveyi yaptığı yer almıştı.
Ezan sesi her an semâlarda
Ezan, daha ilk günden itibaren, başka hiçbir dinin ibadete çağrı vasıtasında bulunmayan özellikleriyle öne çıkmıştı. İnsanlar, ezan vasıtasıyla bir taraftan namaza çağrılıyor, diğer yandan da İslâm’ın üç temel ilkesini oluşturan “Allah’ın varlığı ve birliği, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğu ve asıl kurtuluşun âhiret mutluluğunda bulunduğu” hakikati günde beş defa tekrarlanıyordu.
Yer küredeki zaman farklarından dolayı da bu mesajlar 24 saat boyunca durmaksızın dünyanın her yerinde yankılanıyordu. Ayrıca ezan, bir beldenin İslam hâkimiyetinin göstergesine de dönüşmüştü.
Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethettiği zaman, Kâbe’yi putlardan temizledikten sonra ilk iş olarak, Bilâl-i Habeşi’yi Kâbe’nin damına çıkartıp ezan okutmuştu. Sonrasında da her fetihte, İslam hâkimiyetinin nişanesi olarak önce ezan okutmak âdet olmuştu. Birçok İslam devleti gibi Osmanlı İmparatorluğu da bu geleneğe bağlı kalmıştı.
İlk minareler yükselirken…
Resulullah (sav), namaz ve ezanla ilgili bir hadisinde, “Bütün Müslümanların aynı namazı aynı anda kılmaları beni memnun eder. O kadar ki, bütün evlere namaz vaktinin geldiğini ilân edecek adamlar göndermeyi bile düşündüm. Hâttâ bazı kişilere damların üzerine çıkıp, namaz vaktinin girdiğini ilân etmelerini emretmeyi bile kalbimden geçirdim.” buyurmuşlardı.
Bu düşünceden hareketle de Mescid-i Nebevî’nin kıble tarafında, Bilâl-i Habeşî’nin ezan okumak için üzerine iple tırmanarak çıktığı “üstüvâne” (silindir) denilen özel bir yer yapılmıştı. Minarenin ilk şekli olarak düşünülebilecek bu yerin dışında, mescidin çevresindeki bazı yüksek yerler de kullanılıyordu.
Camiye ilk minareyi ekleyen kişi ise Emevî Halifesi I. Muâviye’nin Mısır valisi Mesleme b. Muhalled’di. Mesleme, Mısır fâtihi Amr b. Âs’ın Mısır’da yapımına başlayıp bitiremediği camiyi tamamlamış, binanın köşelerine de birer minare koydurmuştu. Minareler zamanla İslam’ın en temel simgelerinden biri haline gelmişti.
– Abdurrahman Çetin, Halis Ayhan, Mustafa İsmet Uzun, Nuri Özcan, Ezan Maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi– Filiz Gündüz, Minare Maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi
– Öğr. Gör. Uğur Alkan, “Geçmişten Günümüze Türklerde Ezan Musikisi”, Erciyes Akademi, C. 1, S. 37, 2014